Diz boyu su
Nehirler yıkanır
sıfıra vurulmuş saçlar
oyalı yazmalar gülüşür
şıpır şıpır
oynak gençlik
Fırat Alleben coşar
Basra Mezepotamya çiçeklenir ötüşür
Yüreği oynardı anaların
laf dinlemez
çocuklar
Ana baba
Ustaacımaz
öğretirdi
kayboldular
Alleben
kilimler, yünler
Yıkar bir öğüne
ağacın gölgesine
Alleben gürülder
Fırat’la Dicle oynaşır
Düğünlerle zılgıtlarla
GAP yuttu, bitirdi
Sörf yapan scooter'lı
Gsm’li çocuklar
şaşkın
Dedemi hatırlayıp onunla yaşadığım geçmişimi yazmak isteyince, kalemime mürekkep yerine gözyaşı dolduruyorum. Kalın, demir belbetlerden dışarıya bakıyorum o günleri yad ederek, hayalimde. Kuşların, bir adam boyundaki ahşap pencerelere yaptığı yuvalardan dökülen tüyleri, tandır başındaki sıcak ve uzun sohbetleri anımsayarak yürüyorum, dedemin evine giden dehlizden. Bir soba bacasından çıkan duman kadar koyulaşıyor düşüncelerim. Önümde koşturan çocukluğumla dedemin omzuna attığı yün poşusu, aklanmış bıyıklarında süzülen yaşlarla sahosuna(kalın kabanına) sarılıyorum. İmam dedem insandı! Sakladığım sararmış bir fotoğraf karesi yaşadığım. Yürüyorum. Neye? Nereye?
Doludizgin umutlarımı, damla damla akıtarak yürüyorum Alleben’in kenarında. Alleben ile Kavaklık birbirinden ayrı gibi görülen anayla çocuğudur benim için. Alleben, suyuyla emzirmiştir Kavaklığı. Kavaklık, yeşeren yapraklarıyla öpmüştür Alleben’i. Birbiriyle bir bütün oluşturan bu kan bağı, Antep’i yaratmıştır olanca cömertliğiyle.
İlkbaharda cuma günleri, tatili getiren günün okul dönüşlerinde sabırsızlıkla ertesi günü beklerdim. Cumartesileri, halalarımın, teyzelerimin, ablalarımın, ağabeylerimin seyrengâh dedikleri Alleben’e giderdik. Halamın evde doldurduğu acı dolmayı, bakır kazanın dışını külleyerek ocağa oturtuşunu görüyorum sisli gözlerinden. Hiç olmazsa halam çok yaşasa derken... Zemheri bir günde sebil ettiği şerbetlerle, çocuklara karıştı. Dokuz çocuğun Kürt kadınıydı. Sevmiş, kaçmıştı kocasına. Sevgili, yüreği kararmış, elleri nasırlı cefakârdı. Kurtuldu mu ölümüyle?
Yaban güllerinin dibine, irice taşları hilal şeklinde yan yana dizerek kurduğumuz ocağın üzerine dışı küllenmiş kazanı büyük bir itinayla yerleştirirdi. Çalı çırpı toplardık heyecanla; oyundu oynadığımız. Dayımın hanımı köfte yapar; ablalarım sofrayı kurardı. Babamla eniştelerim, iğde ağaçlarının diplerine sakladıkları rakı kadehlerini yudumlardı bizden gizli. Minik cam kadehler...
İs sinmiş dolmalı akşam yemeğinin doyumsuz keyfi sarardı bizi açık havada. Gönülden mutluyduk, huzurluyduk; henüz, bizi bekleyen dertlerden sıkıntılardan uzaktık. Acılar, sıkıntılar, dertler annemin geceleri anlattığı acıklı masallarda kalırdı.
Ciğerim, canımın içi diye saçlarımı sıvazlardı, dayılarım. Amcam küçüktü. Okumam için can atardı. Eline geçen en küçük yazıyı okuturdu üşenmeden. Ramazan geceleri iftar sonrası amcamdan öğrenmiştim twist oynamayı. İlk dansımı da amcamla yapmıştım.
…
…
Piknik dönüşü at arabasına doluşurduk. Bizim at hızlı koşardı, yarışırdık, el çırpardık eniştemin, dayımın darbuka, tefine. Attığımız göbekler açık havada! BMWler, Mercedes’ler olmaz olsun şimdilerde? Çocukluğum? Nerede o eski ben? Kaybolup gittiler, o arkası açık, cam el arabalarının dikdörtgen köşelerinden. Alleben’in aktığı Kültür Parkının içinden annem rengarenk pamuklu şekerler, babam küncülü helvalar alıyor... Ablalarım çekirdekçilere koşuyor... Kahkahalarla güldüren bir oyunun içindeyiz; kaçıyoruz, kovalaşıyoruz; salıncaklardayız top oynuyoruz… İp atlıyoruz. Halamın oğlu saçlarımdan çekiyor. Alleben gürül gürül akardı yanımızda, serinletirdi, ferahlatırdı etrafındaki her şeyi, gönüllerimizi.
Mezopotamya bereketiydi Alleben. Binlerce yıl, umutlarımızı derelere, suya bağlamıştık. Bereket, umut için 6 Mayıs’ta Hıdrellez kutlanırdı Alleben’de. Rahmetli, nur yüzlü anama ne inatlar ederdim gitmemek için. Şimdilerde, neden gitmek istemezmişim diye öfkeliyim. İnatçı ruhum, burnunun dikine giden mizacım, kendi doğru bildiğinden şaşmayan kişiliğim, küçüklüğümden bu yana çok dolandı ayağıma. Hayatta çok yoruldum özümden dolayı. Antep gibi bir yerde, anasının, ailesinin dışına çıkmak imkânsızdı... İnadımı kırıp, anacığımın ardına düşer giderdim kutlamalara. İyi ki de gidermişim. Şimdilerde mumla arasam bulamayacağım huzurlu anlar. Dalar giderdim o hareler çizen suyun yüzüne bakarken, derin derin. Bu su nereden gelir, nereye giderdi? Su, umut demekti.
“Acaba bana ne getirecekti Alleben?”
“Beni de yeşertecek miydi Kavaklık gibi,”
Çocuklar neşeyle suya girerlerdi zıbınlarını çemreyip . Dizlerine kadar suya batıp, Alleben’den çıkarttıkları kâğıtları okurlardı ferman gibi. Gülerdim çocukluklara.
…
Kızlar... Biz Antep kızları. Okul kapanıp da yaz tatiline girdiğimiz vakit, dikiş nakış ustasına giderdik, gitmeliydik. Elimiz iğne iplik tutsun diye bize dikiş nakış öğreten ustamızın da hizmetini görürdük. Çok çalışıp didinmeyi, hiç şikâyet etmemeyi öğrenirdik, öğrenmeliydik, el kapısına hazırlık niyetine.
Sen, Terzi Nezihe ablam... Neşeli, gülen gözlerinle umudu aşılamıştın o günlerde bizlere. Sıcak bir Tomus günü ikindi serinliğinde, ustamızın yıkanacak kilimlerini, yünlerini taşımıştık Alleben’e. Ama ne neşe, ne keyif, ne güzel hatıra. Halam, eniştem eleştirse de güzel dikerdi, pratik keserdi. Biçtiği, kıyafetlerimizi anamla dikerdik. Öyle yaz tatillerini şimdiki beş yıldızlı otel keyiflerine değişmem. Sulaşmak , bir Alleben âdetiydi. Hem iş tutar, hem de suyla oynardık, Alleben oyuncağımızdı. Üstümüz başımız sırılsıklam olurdu. Aldırmazdık. Neşe içinde yediğimiz yağlı köftenin tadı halen damaklarımızda. Alleben genç neşemizdi, umutlarımızdı!
Büyüdük. Büyümeye direnmek isterdik. Mümkün mü? Devr-i devranın yasası bu. Değişiyor. Çocukluğumuz, gençliğimiz geri gelmiyor, istesek de. Gözlerimizde hüzünler, yüreklerde kederle...
Alleben’e koşuyorum, dedemin çatal parmağıyla oynuyorum. Mavi gözleriyle gülüyor, şalvarıyla geziniyor etrafımda. Ninem çıtlık kadife giyinmiş, üzeri sırma işli. nar çiçeği oyalı yazmasının alı yüzüne vurmuş. Öteki deli dedem kıvırtıyor yine. Gül suyu, lavanta kokuyor Fatma ninem. Zaman hızlı akmış, suyunu kurutmuş Alleben’in. Alleben’e bakıyorum, bir park köprüsünün üzerinden. İtalya’daki gondolları görür gibiyim. Serçeler, yabanalar ötüşüyor. Sokak çocukları mendiller satıyor üzeri lale baskılı. Kıyısından yürüyorum zamanın. Korunmaya muhtacız Allebenle koyun koyuna, şehrin orta yerinde.
Beton bir oluğun içinden akmakta. Direnenlere umut vermekte, ferahlatmakta… Doğallığı bozulmuş, yaşlı ninem gibi cılız olsa da. Hala akmakta içime, geçmişi dün gibi yaşatarak, o günü gören özüme buruk bir umudu sızdırarak...
ALLEBEN
water at knees
washing rivers
shaved heads
embroidered scarves with joy
splashing
cheerful youth
roaring are Euphrates and Alleben
Persia and Mesopotamia do sing and blossom
while mothers' hearts bounce with excitement
wayward are kids
mother, father
and master,
never merciful, they would teach
they got lost
Alleben washes rugs and wool
for a mealtime under the tree's shadow
Alleben roars
the Euphrates and Tigris are dallying
through weddings and *zılgıts
*GAP swallowed them up, all of them
dazzled are the surfing kids
owning scooters and GSM
Whenever I remember my grandfather and want
to write about my past spent with him,
I willingly or unwillingly fill my pen with tears instead of ink.
I am looking down from the those thick, iron bay windows now.
I live those days in my dreams. I walk on the path to my grandpa's
house again, recalling birds' feathers falling from the nests that they
made on windows as high as a man and the long and sincere chats around the fire. My thoughts are getting as dark as smoke coming out
of a stove's chimney. As I walk on the macadam, I remember
my childhood running in front of me, caring about nothing.
My grandfather means time, the time flowing through the melancholic memories and a pale photograph. My head is bent down, and I am walking towards the shortest tomorrow, which is my future, towards one second later and beyond. To what? Where?
I am walking alongside Alleben, trickling my hopes that
move at a rattling pace. To me, the Alleben and the *Kavaklik are a
mother and her son that look as if seperated. The Alleben milks
ALLEBEN
the Kavaklık with her water, and the Kavaklık kisses the Alleben with his greening leaves. This blood relation that forms a whole
creates Antep with all its generosity.
During the spring, as I would come back from school on
Fridays, the days followed by holidays, I used to look forward
to waiting the next day because on Saturdays we used to have picnics there, called 'seyrengah,' a promenade, by my aunts, sisters, brothers. I see my aunt placing her home made bitter dolmas, peppers stuffed with rice, on the fireplace by rubbing the copper boiler with ash. I hope my aunt lives long at least.
My aunt would place the boiler on the fireplace we made
with big stones by putting them side by side in the form
of a crescent. We, as children, would collect wood to excitedly feed the fire; that was a game for us. My uncle's wife
would make meatballs, and my sisters would make the
plates ready. My father and brother-in-laws would take sips
from their raki glasses hidden under the tree; but we would
be aware of the glasses they were trying to hide from us. We
saw them.
We would be delighted by the unforgettable taste of the
dinner with its smudge-smelling dolmas in the open air. We
were happy for real, we were restful because we were
far from the troubles and problems that would come to us, very far. Far from the future. It was as if those sadnesses, troubles and pains were only in sad stories; and those stories were lies,
they were fake, and too far to be real for us. We were
children.
Is it possible to get the pleasure of a fiacrefrom today's
BMWs or Mercedes? Of course not. Where's my childhood? Where am I? They're all gone, they’ve disappeared from
WISH SHE WERE ALIVE…
rectangle cornered glass pushcarts, the back of which were
open. I see my dreams following these pushcarts. They are
as near as yesterday. Colourful cotton candies, seed-halvah.
Sunflower-seed sellers standing side by side alongside the Alleben.
Everyone is in a game which drowns himself in laughter;
one is running, the other is chasing, some are playing with a ball,
some are swinging under centuries-old trees. We used to play
with skipping ropes in the naturalness of a natural life. The Alleben
would brawl and plash near us, cooling and refreshing our hearts
and all around her.
The Alleben has the abundance of Mesopotamia. For centuries,
our hopes have been streams, water. Hopes for abundance, hopes
for hope. Hıdırellez; messenger of the Spring coming is celebrated
on May 6th on the Alleben. How stubborn I used to be against my dear,
dead-and-gone mother not to go to Hıdırellez celebrations.
Nowadays, I regret doing so. I have got into so much trouble since I was a child due to my stubborn soul and my headstrong personality.
I have managed to overcome them all; however, one cannot get away from a mother's words at that age in a place like Antep. Putting my being
stubbornly aside, I used to go to the celebrations following my mum.
Thank God, I did so. I now realize that those were the moments that
would never come again in a lifetime. That peace, restfulness.
I would be engrossed in these thoughts as I looked on the surface of the waving water. Where was that water flowing from? And where
was it going? Water meant ‘hopes.’ What would the Alleben bring to me? Would it turn me to green as she did to the Kavaklık?
Those thoughts were passing through my mind. I would watch
other children. They would get into the water cheerfully
turning up the sleeves of their shirts. They would go up to their
ALLEBEN
knees in the water; and they would
read the papers they took out from the Alleben as if declarations
of the sultan. I would laugh at what the children did.
Girls. We girls of Antep! No sooner had the summer holiday started than we had joined a sewing and embroidery master. We had to. We would also serve our master who
would teach us how to handle a cloth and a needle. We
had to. We would learn to work hard and not to complain,
and we had to. A means of getting ready for marriage for
the house of a stranger in future. You, my sister Nezihe. You imposed us hope in those endeavors with your cheerful, smiling eyes. In the coolness of an afternoon in July, we carried our master Nezihe's rugs and wool to the Alleben to be washed. Such happy, enjoyable and unforgettable moments-they were memories for our future and our young hearts. Can you compare such summer holidays to five star hotels' comfort? Water fights were a habit around the Alleben. We would both work and have fun by having water fights, using the Alleben as our toy. We would get all wet. Who cares? The untold taste of the only meal we ate in such a happy atmosphere would remain on our tongues all day long. The Alleben was flowing in our happiness of youth, taking our dreams away.
We grew up. We wanted to resist growing up. But is this
possible? This is the law of Nature. It's changing, everything
has been changing. Nothing remains the same, and nothing
brings our childhood and youth back no matter how much
we crave it with gloom in our eyes and sadness in our hearts.
I think. I think while I am looking at the Alleben; am I the
only one feeling like this, or is the age really worsening?
Does 'old' also mean 'lessening' at the same time? Yes, time.
WISH SHE WERE ALIVE…
Time wasted years, just like it lessened the Alleben. I am
gazing at the Alleben on a bridge in a park, stepping on wet green
grass. What remains is an Alleben bound to be protected in the middle
of the city flowing through a concrete course. Despite all this, maybe
it's imposing hope on those passing by hopefully, I guess. It's still flowing,
I tell myself; although it's nature is corrupt and as weak as my old grandmother. It's still flowing towards inside of me, making me experience the past like yesterday and splitting a gloomy hope over my essence that
saw those days for real