Oysa Ankara da hiç sevişmedim ben
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara
Türk Dil kurumuna inat bir Türkçeyle
....... ................................ihtimalini sevdim
ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum..
içimin gülen yüzü, hoş geldin...
yaşanılası iklimim hoş geldin
kızım demeyi öğrettiğin için
o tanrısal kokun
ve gülüşündeki baban için
Hoş geldin Berfin’im
Diye başlayan iki şiiriyle sevdim Yılmaz Erdoğan’ı. İlkini yürekteki sızlanan sevdiğine/ihtimallerine, diğerini kızına yazmıştı. Kendi sesinden aldığım bir şiir kasetinde dinlemiştim yıllar önce... Şiirlerinde, sesinde doğunun o bastırılmış ezikliğini hissetmemek mümkün değil. Hakkari doğumlu, Ankara da eğitim almış her konuda. İlk okumayı Ankara da sökmüş, kültürel adımlarla bu şehirde koşmuş, koşmakta da. Doğallığı doğduğu yöreden almış bütün renkleri ile. İnternetten bir Hakkari haritası açmak istedim, uçaktan çekilmiş... Çıkan tablo beni etkiledi. Sanki halay çeken bir yöremizin insan manzarası; eflatun, yeşil tonlarının kol kola geçişlerini gördüm haritada. Bu kadar renkli güzel bir doğanın insanı da etkilenirmiş diyorum. Nasıl etkilenmez insan? yaşadıklarından/yaşananlardan/doğadan diyebiliyorum. Yılmaz Erdoğan gibi renkli bir sanatçının yaşadığı yörenin motiflerini üzerinde taşıması kadar doğal ne olabilir değil mi? “Anladım ki ağaçlar toprağa acı verdikçe büyüyorlar” diye bir kitabındaki dizeler geldi aklıma şimdi. Çok anlam yükleyebilmek güzel olan sözcüklere.
İki gün önce yazdığım “Ankara” yazısında Yılmaz Erdoğan’ dan tek laf etmek istemedim. Ayrı bir başlıkla Vizontele diye yazmak istedim nedense. Son yıllarda Yılmaz Erdoğan adının ışığı Vizontele... Belki de geçmişte kalan bir kültürün/yaşanmışlığın gölgesi bir yapım. Vizontele Tuuba, 1980’ lerde Güneydoğu’ daki bir köye televizyon girişinden sonra gelişen olayları anlatmaya çalışıyor. Ülke , siyasi bir kaosun içinden geçerken köyde yaşanan insan ilişkilerinin detaylarını, izlediğinizde anlamanızı istedim. İzlemenizi, birkaç saatte olsa yapay yaşadığımız toplumun dışına çıkması, sizi değiştirebilir bir gece de olsa diye düşündüm. Bazı sanat yapıtları ruhlarımızı küçük tığlarla işler. Kelimeler, müzikler, resimler alır götürür bizi en bilinmez mekanlara/diyarlara. Aklımızdan çıkmayan seslerle rüyalarla karışırız. Korkusuz olmaya, kendimizi en gerçek, en yalnız yerimizle ifade etmeye başlarız. İşte sanatın kimliğimize sarıldığı noktalardır ruhumuzda bırakılan izler diyorum. İlk Vizontele ‘yi de izlemiştim, ancak Tuuba ekli Vizontele daha etkiledi nedense ruhumu. O kadar yaralar bu kadar kanamazdı diyorum bir filmle. Saflığımız, iyimserliğimiz, öfkelerimiz, namusumuz, onurumuz var Vizontele de. En önemlisi büyük hırpalanmalar var her noktada. Duyarlılığın son noktaya geldiği toplumuz da duyarlılığın işlenişi güzel diyorum.
Tiyatro ve sinema alışkanlığı güzeldir . Her izlediğim yapıtta bir kez daha yüreklenirim nedense. Sanatın kendine ait bir tadı hep vardır o da sizsiniz diyorum. Hissedebilmek ve filmin yada tiyatronun içinde olabilmek güzel olan. Hani bazı oyuncularla kendinizi değişirsiniz bir bakarsınız? Onun yerine koyarak izlersiniz oyunu/filmi. Yılmaz Erdoğan, Tarık Akan, Demet Akbağ, Tuba gibi tiplemelerin çok olması umudumla yazmayı seviyorum. Yaşam sahnesinde güçlü gerçek oyuncular olmalı ki silik karakterler silinsin. Vizontele Türk toplumunun yargılarıyla, yazgısıyla kendisiyle hesaplaşmasını anlatmakta. Mizahla anlatım daha etkileyici değil mi? Film etnik, etik, bireysel, toplumsal kimlikleri sorgulamakta... En önemlisi doğal, sahiciliğin ağır işlendiği bir yapıt Vizontele. Her şey güzel işlenmiş özgürlük, yalnızlık, acılar, güzellikler safça kendi içinde yaşananlarla... Filmde Deli Emin’in gözünden 1980’lerin Türkiye’sinde yaşanan siyasi gelişmeler ve yansımaları izlerken kaybettiğimiz yaşanmamışlıklara/değerlere uzandım.
“Küçük insanların küçük hikayelerini” yazdım dediği Yılmaz Erdoğan’ ın gönderdiği mesajları acaba alanlar aldı mı? Almışlardır mutlaka.. Peki vicdanları nasıldı? Mutlaka rahattı.. Ya da vicdan, insanlık olur mu küçük insanlarda diye geçirdim içimden... Final de Sezen Aksu “gülümse... hadi gülümse...bir kedim bile yok” diye nasıl haykırıyordu öyle karanlığa bulanmış bir ülkenin yazgısının simsiyah bulutuna... O siyah bulutlar halen var üzerimizde. Sinmiş o kadar olayın mirası devam etmekte değil mi? Dağlar kadar yürekli gerçek Anadolu insanı... Ezilmişiz, ağrımıza gitmiş yaşadıklarımız ancak her şeye rağmen dirençli, onurlu, sağduyulu devam etmekteyiz yolumuza... Küçük insanlarda olacaklar mutlaka. Yoksa nasıl anlaşılırdı büyük değerler... Nasıl değer olurdu bir deli Emin, bir Tuuba değil mi??